5 Ağustos 2013 Pazartesi



Çiçek bahçesinin içindeyim bazen,
Bazen arnavut kaldırımlı sokaklarda,
Sahaflarda kitap seçiyorum,
Mısır çarşısında kokulara karışmışım,
İlle de deniz kokusu burnumda,
Çok derinden bir melodi sesini duyurmaya çalışıyor,
Hep mavi-beyaz renklerin söylediği,
Ruh ayrılmış bedenden şafak sökmesini bekliyor..

21 Temmuz 2013 Pazar

Telaşı mı yaşamanın yoksa yaşamak telaşı mı aslolan?


(Okurken dinleyin! : Bülent Ortaçgil 'Bu su hiç Durmaz')

Zaman kavramı insan için ne büyük muamma. Bazen içini dolduramıyorsunuz bazense bir saniye durup akışını bile izleyemiyorsunuz. Durmak gerek aslında. Durup elinde tutmak zamanı. Koşarak yaşıyoruz ya bazen, bir yere yetişmemiz gerekiyormuş gibi. Nefes almayı bile otomatiğe bağlıyoruz ya. İşte bir dakika durup ciğerlerimi hakkikaten doldurup durdurmak istiyorum zamanı. Zaman dediysem bir dakkikacık aslında.


Can Dündar'ın Özdemir Asaf'ın şiirinden etkilenip kaleme aldığı bir nesri ilişti gözüme:


"' Yaşamak değil beni bu telaş öldürecek' dediği gibi şairin;
Bırakın Paris'te ılık rüzgarlarla taratmayı saçlarımızı,
Sevgilimizle doyasıya sohbet bile edemedik biz,
Gözümüz saatte söyleştik hep,
Koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık,
Hep yetişilecek bir yer vardı,
Aranacak adamlar, yapılacak işler,
Bir sonraki günün telaşı bir öncekinin terine bulaştı,
Başkalarının hayatı bizimkini aştı,
Kör karanlıkta çalar saat sesi,
Kuşluk vakti kızarmış ekmek kokusu,
Veya yavuklu öpücüğü ile uyanma düşleri,
Hababam erteledik,
20li yaşlarda 30lara kurduk saatin alarmını.
30 lardan 40 lara, sonra 50 lere
Öyle yanlış kurgulanmış ki hayat,
Kuşlukta uyuma imkanı sunduğunda size,
Artık uyku girmez oluyor gözlerinize,
Doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek imkanına kavuştuğunuzda,
Söyleşecek sevişecek kimse kalmıyor yanınızda
Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz,
Vakti gelip te sandıktan çıkardığınızda,
Bir de bakıyorsunuz ki,
Tedavülden Kalkmış.."

Aksine yaşamak telaşı dediğin bir ege köyünde ya da anadolunun bir köşesinde;

"Hiç böyle ısınmamıştım;
Daldaki vişneye,
Vitrindeki aydınlığa,
Salça kokusuna mutfağımın,
Akan dereye, uçan buluta,
Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya." E. Cansever

İyi Pazarlar Olsun...


20 Şubat 2013 Çarşamba

Güneş Duası

Ne zaman öğretilmişti hatırlamıyorum, Türkiye 36-42 Kuzey enlemleri, 26-45 Doğu boylamları arasında orta kuşakta yer alır diye. Bana çok da önemli gelmeyen, ama bilsem iyi olur diye aklımda tuttuğum bu matematiksel konumun kıymetini şu günlerde şiddetle hissediyorum. Zira Türkiye bu konumu sayesinde dört mevsimi bir arada yaşayabiliyor, yıllık güneşli gün sayısını bile bilmiyorum. Bildiğim şey şuan bir dirhem güneş için her şeyi yapacağım. Güneş girmeyen eve doktor girermiş. Güneşsiz kaldı ruhum, psikiyatrı ziyaretim yakındır. Dün leylak kokulu mum aldım. Öyle özlemişim bahar kokusunu. Birazcık güneş, çiçek kokusu, bir tutam mutluluk...

Böyle hissettiğim günlerde seviyorum bu şarkıyı dinlemeyi. (Sözler google amcanın yardımıyla aktarılmıştır.)



Jai quitte mon pays/Jai quitte ma maison/Jai quitte mon soleil, jai quitte ma mer bleu/Leurs souvenirs se reveillent bien apres mon adieu..

Ülkemi terkettim, evimi terkettim. Güneşimi terkettim, terkettim mavi denizimi. Hatıraları uyanıyor veda edişimden sonra bile..

4 Şubat 2013 Pazartesi

Ayakta Rüya Görenler Dİyarı...

Son iki haftadır ayakta rüya görüyorum. Ne hayaller ne planlar. Sebebi elimin altında "mundar" olan tezimden bıkmış olmam olabilir, diğer taraftan memleket seyahatleri de ayarlarımı bozmak konusunda gayet iyi iş çıkartıyor. Önce okumak istediğim kitaplardan küçük bir liste yapıldı, izlemek istediğim bir kaç film de yapılacaklar listesine eklendi. Ve en çok sevdiğim kısım; gezi planları. Interlaken/Luzern seyahati planlandıktan sonra Ayvalık/Midilli tatili de kalınacak yerler, tadılacak mezeler, perşembe pazarından alınacaklar olmak üzere itinayla tasarlandı. Yok yetmedi, ülkeye döndükten sonra ikamet edilebilecek bir kaç semt belirlendi. En şaşırtıcı sonuçlar ise kızıma kolej aranırken ortaya çıktı. Sevgili ebeveynler çocuklarının kim olmasını istiyorlarsa ona göre bir kolej seçmek konusunda çoktan araştırmalara başlamış. 3 yaşına gelmemiş bebeciklerin kaç dil bilmesi gerektiği, rahat/sosyal bir çocuk ya da disiplinli, derslerinden kafasınaı kaldırmayan ama ille de sahneye çıkabilen, bir kaç spor dalında başarılı olabilecekleri kolej seçimleri yapılmaya başlanmış. Çocuklarımızı saat kurar gibi kurmaya, bu kadar rekabet odaklı düşünmeye ne zaman başladık bilmiyorum. Kendimiz mutlu olamadığımız gibi onları da çekiyoruz bu çarkın içine yavaş yavaş. 
Seviyorum Ahmet Mümtaz Taylan'ı. "Sırtında kaygılardan bir çanta; yine andımızı kaçırmış, bir telaş geçti önümden selamımı almadan. Çocukluğum!.."

Dönelim benim sevgili planlarıma. İngilizcemi geliştirmeli, fransızca kursuna yavaştan başlamalı, almancayı da ihmal etmeyip aksanımı ortadan kaldıracak bir kurs bulunmalı. Nitekim düşünüldü hepsi bir bir. Ayrıca staj yapmak istediğim uluslararası kurum ve enstitüleri sayamayacağım bile. Gidilen her ülke okunan her kitap öğrenilen her dil mutlu ediyor beni. Ama sonra yapılanların üstü çizilip gidilecek daha bir çok yer olduğu okunacak çok kitap, listem uzayıp gidiyor. Bir türlü tamamlanamadım ya da seviyorum bu eksiklik duygusunu bilmiyorum. 
Peki nasıl olmalı kızım? İlla ki hayatı hafif yaşamalı, kim olursa olsun koşarak değil, etrafındaki güzelliklerin seyrine dalarak yaşamalı. 
Çözüm modern hayatı terkedip organik domates yetiştirebileceğimiz bir yere taşınmak belki de.
Çok sıkıcıyım çookkk. Şöyle ağız tadıyla bir çeyiz postu yazamadım. 

23 Ocak 2013 Çarşamba

Ağır Ölüm


Severim alışkanlık edinmeyi. Bildik cafe, restaurantlara gitmeyi, aynı yazarın kitaplarını sıkılana kadar okumayı, saçımı hep bildiğim model kestirmeyi, baştan aşağı siyaha bürünmeyi. Emniyette hissettirir kendimi. Çok sonra başka bir ruh haline ihtiyacım olduğunu fark eder, edindiğim alışkanlıkları terk eder yenilerini oluşturmaya başlarım. Böyle bir hallerdeyim yine.

"Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar.
........
Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.
....." P. Neruda

İçimde bir saat tik tak. Yolculuk vaktinin yaklaştığını söylüyor. Nereye olursa, "karşılayan yine kendim olduktan sonra".

22 Ocak 2013 Salı

Anı Koleksiyoncusu

Çocukluğumdan beri hayranlık duyduğum bazı insanlar var: Koleksiyoncular.
Koleksiyon nesnesi yaşa ve maddi yeterliliğe göre çeşitlilik gösteriyor. Kimisi peçete, pul, eski para biriktiriyor kimisi de tablo, gemi maketi, pipo. Elbette taso ve kinder süpriz oyuncağı biriktirenleri de anmamak haksızlık olur. 
Çocukken  eğlenceli bir oyun olarak algılıyordum pek tabi. Şimdi ise hayranlık duyduğum şey,bu kişilerin nesneye (eşyaya), zaman ve mekana karşı olan süreklilik duyguları. Ben bu süreklilik duygusunu üniversiteyi kazanıp ailemin yanından taşındıktan sonra kaybettim çünkü. Kaç farklı ev ve yurtta kaldım hatırlamıyorum bile. Tek hatırladığım hangi eşyamın nerede olduğunu bilmemek, bazense taşınmalarım sonucu kaybolan eşyalar, hatta fotoğraflar. Bu iş o kadar zorlaşmıştı ki, son bulduğum çare hiç değilse her gittiğim yere iki raftan oluşan kitaplığımı, çalışma lambamı, mantar tablomu taşımaktı. Şimdiler de ise eşyalarım, özellikle kitaplarım iki farklı ülkede, üç farklı evde ikamet ediyor. Eşya ve mekana karşı süreklilik duygusunu kaybetmiş birinin ise koleksiyon yapması mümkün olmuyor. Bu süreklilik duygusunun kaybolmasının iyi bir yanı var yalnız. Zamanı farklı algılatıyor insana. Eşyaya, mekana karşı devamlılık hissetmeyince zaman çizgisi de kırılıyor bir yerde. 
Böyle düşünürken dört yılda, üç farlı ev değiştirsem de hep yanımda taşıdığım bir kutum olduğu aklıma geldi. İçinde bir zamanlar tuttuğum günlük, ceza özel notu, birkaç da küçük özel eşya var. Günlüğümün arkasındaki cepten çıkanlar ise Elif Şafak'ın kaç yılına ait olduğunu bilmediğim bir gazete küpürü ('Huzursuz Ruh' başlıklı),  2005 yılında üstüne not yazılmış bir starbucks peçetesi, 'İyi bir yıl' filmine bir bilet, Yaşar konserine iki bilet, Louvre müzesine giriş bileti, Amsterdam tramvay bileti ve daha sayamayacağım bu gibi eşyalar.
Fark ettiğim şey ise yıllarca peçete, pul koleksiyonu yapamamış olsam da bir 'Anı Koleksiyonu'mun varlığı. Yanımda taşıdığım iki raf kitaplık, çalışma lambası veya içi ıvır zıvırla dolu bir kutu değil, anılarımmış aslında. 
Mekanda sürekliliği kaybetseniz de, eşyaya olan tutkusu kaybolmuyor insanın. Bu sayede zaman dün, bugün, yarın olarak düz bir çizgi gibi değil, bir çember gibi gözüküyor.


19 Ocak 2013 Cumartesi

Gazete Küpürü

Üniversite yıllarım geliyor bazen aklıma. Günlük telaşlarım, ama ille de heyecanlarım. Ülke geleceğine, kendi geleceğime dair umudun getirdiği yaşama heyecanı. Nasıl bir bir yitti gitti bu tatlı heyecan, muhasebesine düşmedim. Ülke gündemine olan heyecansızlığım, başka bir diyardan kuş bakışı bakabilmenin sonucu sanırım. Siyaset dilimiz öyle kaba, hukuki/bilimsel gerekçelendirmeden öyle uzak ki, fikir kirliliği arasında kayboluveriyorsun. Beş gazeteyi önüme serip didik didik ettiğim, köşe yazıları hakkında mütalaada bulunduğum, ülkenin kurtarıldığı arkadaş meclislerinden geldiğim nokta; gündelik siyasetin sığlığı, geçiciliği üzere oluşmuş ilgisizlik. Gazete, günlük haber neymiş unutalı çok oldu. Şimdilerde köşe yazısı seçerken öyle zorlanıyorum ki, arada bir de olsa ülke gündemine, hayata dair "derin" bazı yaklaşımlar görmek heyecanlandırıyor tekrar beni. Bu hafta sevdiğim bazı yazılardan kısa alıntılar:

İclal Aydın, Vatan, "Mendilimde Kan Sesleri" yazısından Edip Cansever'e atıfla, 19.01.13;

"Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlerde büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de / Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk/O kadar kısa/ işte o kadar.
Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri."...

Ahmet Mümtaz Taylan, Hürriyet, Hava nasıl oralarda, üşüyor musun?, 5.01.13;

... "Ayşe 8. sınıf öğrencisi, şimdiden aklını kurcalayan üniversite ve meslek meselesi üstüne de konuştuk. "Ne olmamı isterdin baboli?" sorusuna en sevdiği yanıtı vermeyi ihmal etmedim: "Mutlu olmanı isterim tatlım!" Bu yanıt rahatlatıyor kızımı biliyorum. Müziğe de bilime de yatkın. İster müzisyen, ister ilahiyatçı, isterse ODTÜ'lü bıçkın bir bilim insanı adayı olsun.. Yeter ki mutlu olsun. Dünyayı mutlu insanlar kurtaracak.."


Ve günün incisi Ahmet Hakan'dan, Hürriyet, "Birand'ın 10 Özelliği", 19.01.13;

..."Bir insana not verirken nelere bakmak gerekir
BİR: Güldüğü şeylere..
İKİ: Ölüm karşısında takındığı tavra
ÜÇ: Mensubu olduğu ideolojik grubu savunurken hakkaniyetli olup olmadığına
DÖRT: Olumsuz eleştirilere verdiği tepkiye
BEŞ: Para karşısındaki tutumuna
ALTI: Önemli bir makama sahip olduğundaki tutumuna
YEDİ: Kendinden güçsüze nasıl davrandığına
SEKİZ: Aman dileyene karşı ne yaptığına
DOKUZ: Dinlemeyi bilip bilmediğine
ON: Öfkelendiği anlardaki yaklaşımına"...

Hisseme düşen kıssa; kim olursa olsun ne gerçekleşirse gerçekleşsin değişmeyecek olan dünyayı mutlu insanların yaşanır kılacağı...